24 Aralık 2022

İstanbul’da Ayı Olmak

   

   Ayı oynatıcılık, Türkiye coğrafyasında 1920’lerden başlayarak yasaklandığı 1990’lı yıllara kadar süren, eğlence kisvesi altında ayılara doğrudan işkence edilen bir gelenektir. Öyle ki gelenek, pratiğin bütünü itibariyle hayvana eziyet üzerinden kurgulanır ve ilk olarak bedensel işkence ile başlar. Birkaç aylık yavrunun gözleri türlü kötücül yolla kör edilir. Sonrasında tef eşliğinde kızgın sacın üzerine çıkarılan hayvan, yanan ayaklarını kaldırdıkça zıplıyor ve dans ediyor gibi görünür. Zamanla buna şartlanan ayı, sıcak sacın üzerine çıkarılmasa dahi refleksiv olarak tef sesi duyduğunda ayaklarını kaldırmaya başlar. (Toklucu, 2021) Ayının karşı gelmesi durumunda ‘‘ayıcı’’ denilen ayıdan sorumlu insan ayıyı dürter ya da burnundaki zincir ile zorla hareket etmesini sağlar. 

       Hayvanlara dair insanlar tarafından gereksiz yere acı çektirme durumu ayı oynatmacılığıyla ne ilk ne de son. Bu konuyu araştırırken bulduğum ve sonrasında üzerine düşünmeye iten şeylerden biri, ayı oynatıcılığının gözümüzün önünde bir işkence içermesine rağmen -burada gözümüzün her daim göremeyebildiği deney hayvanları yahut endüstriyel hayvan yetiştiriciliği gibi örnekleri düşünelim- ve sürekli bir ifşa halinde olan bu eziyetin tarih içinde savunucularının ve aklayıcılarının da olmasıydı. Murat Toklucu’nun yazısından vereceğim iki örnek buna işaret ediyor. Cumhuriyet gazetesi yazarı Agâh İzzet, “Yağız tenli, burma bıyıklı, iri kemikli bir çingene erkeğinin elindeki zilli tefi şıkırdatarak kocaman bir ayıya göbek attırmasındaki hususi cazibeyi inkâr edebilir misiniz?” diye soruyor, ardından yasak kararını alanları “Hayvanların hukukunu muhafaza için yapacak başka işleri kalmamış” derken, başka bir Cumhuriyet gazetesi Burhan Felek de, ‘‘Ayı aslında bir dağ hayvanı iken biz onu terbiye etmişiz, şehre ve mahalleye sokmuşuz, ona ekmek parası kazandıracak hünerler öğretmişizdir. Belki bunu bir zulüm sayıp ayıcılara kızanlar vardır. Yanlış, çok yanlış! Ayı terbiye etmek de bir nevi marifettir.’’ diyordu. (Toklucu, 2021) Bu iki görüşün tarihinin bundan en az 60 sene öncesine dayanmasına karşın, hayvanlara dair bu kendinden menkul bakış bize yabancı gelmiyor. Bugün herhangi bir ekolojik felakette gözden ilk çıkarılabilen hayvanlar, ehlileştirilmesi gereken yahut ehlileştirilemiyorsa suçlanması gereken hayvanlar; kendilerinden bağımsız, insana dair ahlaki sorumlulukları yüklediğimiz ve bir terslik olduğunda aramızdaki ilişkiyi her daim ona karşı bir tehdit olarak kullanabileceğimiz hayvanlar… Hayvanlara iyi davranmanın bir lütuf olduğu ve toplumun her yerine sirayet etmediğini fark edebiliriz böylece.

     Tarihi boyunca pek çok hayvan sömürüsü örneğinin yaşandığı bu coğrafyada görüldüğü üzere ayılar da rahat bırakılmamıştır. Bugünden baktığımızda hayvanlara dair insanların ezici bakışı tarihsel bir temele dayandırılabilir. Tıpkı Hayırsızada örneği gibi, günden güne metropolleşen sokaklar hayvanlar için bir zulüm alanı olmuştur. Bir yandan yaşam alanları daraltılırken bir yandan da alınıp süründürüldükleri yerde rahatlık ve huzur bulamazlar. Geldiğimiz noktada bu saydığımız tip hayvan işkenceleri ile karşılaşmıyoruz fakat onun yerine sistemin getirdiği ve güç hiyerarşisinde yeri hep en altta olan hayvanlara dair, her daim gelişen alternatif ve yeni eziyet tipleri mevcut. Köleleştirilen hayvan bedenleri artık hataya yer olmaksızın, sistematik bir zulüm zincirinde. Bütün bunlarla ilgili belki de ilk tutunmamız gereken düşünce, bütüncül bir mücadele anlayışı içinde her canlının eşit, özgür ve adil bir hayata kavuşması gerektiği inancıdır. Ayrıcalıklı yerlerimizden ve güvenli alanlarımızdan kafamızı kaldırarak belki, her defasında kolayca ihmal edilebilir ve zarar verilebilir olana dair bu ilişkiyi ifşa edebilmeliyiz. Keza bu şekil bir bakış toplumsal alandaki her türlü iktidar ilişkisini de sorgulayacak bir kapı açar. 


KAYNAKÇA 

Murat Toklucu (2021) ‘’Ayıların Başına Gelenler’’, İstdergi. (Erişim Tarihi: 19.12.22) https://www.istdergi.com/tarih-belge/ayilarin-basina-gelenler

23 Aralık 2022

Çamuralem’in Süt Mandaları

 

Çamuralem’in Süt Mandaları

Çamuralem projesini gezerken gözüme ilk olarak mandaların sergide üretim birimi şeklinde ekonomik bir unsur olarak yer alması çarptı. Havalimanı ve köprü yapımından doğrudan etkilenenin üretici, dolaylı olarak etkilenenin ise mandalar olduğunu hissettirdi. Bu da insan merkezcilik ve endüstriyel üretimde hayvan yaşamının görünürlüğü üzerine yeniden düşünmeme sebep oldu.

Alnıaçık’ın söylediği gibi insanın yerleşik hayata geçmiş olduğu çok erken dönemlerden itibaren hayvanı kullanım alanına dâhil ettiği, bu birliktelikle beraber toplumsal varlığını inşa ettiği göz önünde bulundurulduğunda, ilişkinin nasıl kurulduğu, hiyerarşik yapısı, dönüşüme elverişliliği de önem arz eder.[1] Aynı zamanda bu ilişkiyi anlama ve ilişkinin göz ardı edilen gerçeklerini ifşa etmeye çalışmak hayvanlara dair bilme biçimimizin değişmeye başlamasının ön koşuludur.  Proje alanının girişindeki bilgilendirme yazısının ilk paragrafında havaalanı inşasından etkilenen hayvanlar merkeze alınıyor. Bu, ilk anda çalışmanın insan merkezli olmadığını düşündürürken devamındaki paragrafların tamamen süt üretimi ve üretici hakkında olduğu fark ediliyor. Alanı gezerken mandalara dair (onların sütünden yapılmış muhallebi ve yoğurt dışında) neredeyse hiçbir şey görmüyoruz. Arka fonda duyulmakta olan bölge seslerinin çoğunluğunda ise mandaları çağrıştıran şey insanlar tarafından onlara takılan zilin sesleri oluyor. Dolayısıyla mandaların her birinin kendine ait biricik yaşamlarının göz ardı edildiği ve her birinin kayıp göndergelere[2] dönüştüğünü söylemek mümkün. Havaalanı inşaatından mandaların olumsuz etkilendiği aşikâr. Peki endüstriyel üretimde mandaların yaşadığı sömürü ve şiddet neden görünmez kılınıyor? Bu noktada Butler’ın vurguladığı yüzsüzleştirmek, isimsizleştirmek ve biyografisizleştirmek kavramlarının önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçek yaşamların görünmezleştirilmesi ve yaşamın insan-merkezci biçimde yeniden inşa edilmesinin kendisi, kırılgan yaşam konumunun bir parçası olmaktadır.[3] Sergide mandaların belirgin bir yüzleri, bir isimleri ya da bir geçmişleri ve belirli bir karakteristikleri yoktur. Onlar mandadır. Böyle bir temsille yüzün silinmesi, özgün yaşam ve ölümlerin de silinmesi anlamına gelir.[4] Ezgi Burgan, ölümlerin ve sömürünün silinmesinin, öldürme eyleminin işleyişinin adının hayvancılık olduğunu ifade eder. Ve bu endüstri içerisinde kendisi olarak bir manda yoktur. Manda “süt mandası” olur.[5] Failliğin nasıl belirlendiğine baktığımızda Agamben’in “hukukun istisna hali” kavramsallaştırması önemli hale gelir. Neyin ihmal edilebileceğinin belirlendiği hukukun istisna halinde, gözden çıkarılabilenlerin belirlenmesinin ardından bir sınır çizilir. Sınır neyin içerilip neyin dışlanacağını belirler. İstisna addedilerek hukukun dışında bırakılan Homo Sacer, yasanın alanına dâhil olamaz, yaşamı hem ilahi hem insani açıdan değersizdir. Tüm değerlerden yoksun bırakılır. Öldürülmesi kutsiyet taşımadığı gibi, hukuksuz da değildir.[6] Agamben her ne kadar bu kavramları insanlar için kullanmış olsa da Özyer’in belirttiği gibi bu durum hayvanlar için de benzer süreçlere işaret eder: “İnsanlar gibi hayvanların da benzer süreçlerden geçirilerek ıskartaya çıkarılan hayatları, aslında gündelik deneyimin merkezinde, kurucu bir mevkide yer alır. Sınır sayesinde ahlaki mesafe tesis edilir, hayvanın “insan” olmayışı, daha doğru bir ifade ile hukuk tarafından tanınan “kişi” olmayışı, onu haklardan da muaf hale getirir.”[7].


Gelinen noktada Çamuralem projesinde insanın hayvanla olan ilişkisinin onun biricik varlığının göz ardı edilip, üretim nesnesi olarak toplumsal ağlara dâhil edildiğini görmekteyiz. Onları genel bir “hayvan” kategorisinin altına sıkıştırmaktan vazgeçip kendi yaşamlarındaki biricikliği belki de Haskell’in söylediği gibi onları kuzenlerimiz, akrabalarımız olarak görerek başlayabiliriz.[8]

 

Kaynakça

David George Haskell (2020). ‘Ağaç Tepeleri’ ve ‘İzlemek’, Saklı Orman Bir Biyoloğun Doğa Güncesi, İstanbul: Ekofil.

Eylül T. Alnıaçık Özyer(2021). ‘Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu’, Akademia Doğa ve İnsan Bilimleri Dergisi, 7(1)

Ezgi Burgan (2017). ‘Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkânı Üzerine Düşünceler’, Moment Dergi, 4(1).



[1]Eylül Tuğçe Alnıaçık Özyer, “Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu”, Akademia Doğa ve İnsan Bilimleri Dergisi, 7/1 (2021): 175.

[2]Ezgi Burgan, “Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkânı Üzerine Düşünceler”, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi, 4/1 (2017):  121.

 

[3]Burgan, “Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkânı Üzerine Düşünceler, 122.

[4]Burgan, “Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkânı Üzerine Düşünceler, 121.

Burgan kendi makalesinde tartışmasını inekler hakkındaki bir reklam filmi üzerinden yürütüyor. Ben bunu Çamuralem sergisi kapsamında mandalar üzerinden okuduğum için “inek” yerine “manda” demeyi tercih ettim.

[5]Burgan,“Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkânı Üzerine Düşünceler”, 122.

[6]Özyer, “Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu”,170.

[7]Özyer, “Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu”, 170.

[8]David George Haskell (2020). ‘Ağaç Tepeleri’ ve ‘İzlemek’, Saklı Orman Bir Biyoloğun Doğa Güncesi, İstanbul: Ekofil, s.301.

Marmara'nın Kayıp Göndergeleri

 

Marmara’nın Kayıp Göndergeleri

Osmanlı Devleti’nde 1800’lü yılların sonlarına kadar hayvanların korunması ve hayatın içinde birey olarak kabul edilmeleri halkın çoğunluğunun benimsediği bir hayat felsefesiydi. Osmanlıda köpekler sokaktaki günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıydı. Fakat değişen şehircilik anlayışı, artan nüfus, sanayileşme ve batılılaşma çabaları bu felsefeyi değiştirmeye başladı.[1]

           II. Mahmut dönenimde bir İngiliz, köpeklerin saldırması yüzünden hayatını kaybetmişti. Olayın üzerine İngiltere bir ültimatom göndermiş ve içeriğinde modern ülkelerde bu tarz cinayetlerin olmadığı, sokaklarda bir tane bile başıboş köpeğin bırakılmaması istenmişti.[2] Bunun üzerine 1827’de II. Mahmut, köpekleri Sivri Ada’ya sürme kararı aldı. Halk o dönem gerçekleşen depremleri köpeklerin Sivri Ada’ya gönderilmesine karşılık Tanrı tarafından gönderilen bir gazap olarak görüyordu. Zamanla bu o kadar yer eden bir düşünce haline geldi ki, II Mahmut sürgüne gönderdiği köpeklerden canlı kalanları tekrar İstanbul’a getirip sokaklara salmak zorunda kaldı. 


1865’e geldiğimizde Abdülaziz de tahta geçtikten 14 yıl sonra köpekleri toplattı ve halkın itiraz sesleri arasında tekrar Sivri Ada’ya gönderdi. Köpeklerin geri getirilmesinde bu sefer 1865 yangını etkili oldu. Bu olay “köpekler olsaydı yangını haber verirlerdi” şeklinde yoğunlaşan fikirleri arttırdı. Böylelikle sürgündeki köpekler şehre geri getirildi.
1900’lerin başında sayıları 60 bin ile 80 bin arasında olan sokak köpekleri, Osmanlıda kuduz salgını açısından önemli bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Buna çözüm olarak köpekler toplatılarak Topkapı’da eski siper çukurlarına konuldu. Fakat hem köpekler için ayrılan yer yetersiz kaldı hem de çıkarttıkları gürültü halk arasında büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Hükümet halktan gelen bu şikayetlere kayıtsız kalamadı[3] ve 3 Haziran 1910 günü dönemin belediye başkanı Suphi Beysoyundu -tarafından kentteki köpeklerin toplanması kararı alındı. Bu kararın ardından bir “toplama kampı” uygulaması olarak 80 bin kadar köpek Hayırsız Ada’ya terk edildi. Köpekler açlık ve susuzluk içinde, kimi zaman birbirini yiyerek hayatta kalmaya çalıştılar.

Geçtiğimiz aylarda gündem olan Pitbull saldırılarıyla ilgili olarak sosyal medyadan gelen tepkilere baktığımızda özellikle bu türün imha edilmesi isteğinin vurgulandığı paylaşımlar gördük. Bu tepkilerin devamında birçok şehirde sokaktaki köpeklerinin zehirlendiğine ve belediye tarafından toplanıldığına dair haberlere rastladık. Kafamızı nereye çevirirsek çevirelim söz konusu insan olduğunda hayvanların her zaman “vazgeçilebilir olan”lar kümesine atıldığını görüyoruz. Her birinin kendine ait karakteri olduğu göz ardı ediliyor. Bu yolla Pitbull cinsi köpeklere yönelik nefret söylemi zehirleme vakalarında gördüğümüz “kimsesiz” olan sokak köpeklerinde somutlaşabiliyor.

Bu noktada Agamben’in “hukukun istisna hali” kavramsallaştırması önemli hale gelir. Neyin ihmal edilebileceğinin belirlendiği hukukun istisna halinde, gözden çıkarılabilenlerin belirlenmesinin ardından bir sınır çizilir. Sınır neyin içerilip neyin dışlanacağını belirler. İstisna addedilerek hukukun dışında bırakılan Homo Sacer, yasanın alanına dâhil olamaz, yaşamı hem ilahi hem insani açıdan değersizdir. Tüm değerlerden yoksun bırakılır. Öldürülmesi kutsiyet taşımadığı gibi, hukuksuz da değildir.[4]

Kafamızı nereye çevirirsek çevirelim söz konusu insan olduğunda hayvanların her zaman “vazgeçilebilir olan”lar kümesine atıldığını görüyoruz. Her birinin kendine ait karakteri olduğu ve bu karakterin hayvanların birlikte büyüdükleri insanın ona yönelik davranışlarının da etkisi ile şekillendiği göz ardı edilip, kayıp göndergelere dönüştürülüyorlar. Böylelikle, artık bir hayvan türüne gönderme yapan “köpekler” tek bir şeyi temsil eder hale geliyor: saldırganlık.

Kaynakça

Eylül Tuğçe Alnıaçık Özyer, “Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu”, Akademia Doğa ve İnsan Bilimleri Dergisi, 7/1 (2021).

Orhan Bahtiyar (2022). “İstanbul’da Hayvan Hakları’, İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları”, İstanbul: İBB.

Özlem Sert (2014). “Hayırsız Adaların Dili Olsa”, Ankara: 20.

 

 



[1]Orhan Bahtiyar (2022). “İstanbul’da Hayvan Hakları’, İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları”, İstanbul: İBB, 322.

[2]Özlem Sert (2014). “Hayırsız Adaların Dili Olsa”, Ankara: 20.

 

[3]Bahtiyar, “İstanbul’da Hayvan Hakları’, İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları”, s. 322.

[4]Eylül Tuğçe Alnıaçık Özyer, “Toplumu Yeniden Düşünmek: Hayvanların Sosyolojideki Konumu”, Akademia Doğa ve İnsan Bilimleri Dergisi, 7/1 (2021):170.



18 Aralık 2022

Kedi Tombili ve Patili Heykellerin Sorumluluğu




Adını onunla aynı sokağı paylaşan insanların koyduğu Kedi Tombili, İstanbul Kadıköy Güleç Çıkmazı'nda sokakta hayatını sürdürdü; "insani" bir pozdaki fotoğrafı ile sosyal medyada viral olduktan sonra bilinir oldu. 

Böbrek yetmezliğinden ölümünden sonra Tombili'yi üne kavuşturan noktaya heykelinin yapılması için change.org üzerinden başlatılan imza kampanyasına 16 bin 954 kişi imza vermiş Kadıköy Belediyesi'nin heykeltıraş Seval Şahin'e ricası üzerine heykel yapıldıktan sonra sözkonusu noktaya yerleştirilmişti. 

Heykel, açılışı 4 Ekim 2016'da yapıldıktan kısa süre sonra 8 Kasım 2016'da çalındı, birkaç gün sonra yerine çalan kişiler tarafından geri konuldu. Önünde bulunduğu apartman kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılınca 2017 yılında sökülen heykel, Aralık 2022'de sokağına geri döndü

Kentsel dönüşüm nedeniyle çehresi tamamen değişen sokaklara, yerinden edilen insanlara ve kentin dışına sürülen binlerce hayvana rağmen; Tombili'nin heykeli bugün aynı sokağın başka bir noktasında görülebilir. 

Peki bu nasıl oldu?

Daha da önemlisi, Tombili'nin heykeli bizim hayvanlarla ilişkimize dair neler söylüyor?

Tombili, ne Derrida¹'nın ifade ettiği gibi 'kültürümüzün kedigillere yüklediği o muazzam sembolik sorumluluğu taşıyan bir temsilci veya elçi' ne de 'hayvan diye tek ve ortak bir kategorinin numunesi'. Tombili, Güleç Çıkmazı'nın bir sakini ve komşuları tarafından adı konulmuş bir kedi. Adının konulması onu insanların gözünde bir özne haline getiren yegane şey belki de; 'bir isme sahip olduğu andan itibaren, ismi ondan uzun yaşayacak'. Fakat Kedi Tombili insanlarla ilişkisi dahilinde "gerçek bir kedi" ve ancak o zaman özne haline gelebilir, eşsiz bir canlı olabilir.

Çünkü Tombili'nin aksında; görülmemesi tercih edilmiş, ad konmamış fakat onun kadar bize komşuluk yapmış milyonlarca kedi var. Sokak kedisi ve Kedi Tombili arasındaki fark; adının konmasından da öte, viral olan pozundaki insan benzerliği oranında büyüyor. Bu tezat, hayvanlarla kurduğumuz ilişkinin ancak insanmerkezci bir toplumsal sistem içerisinde varolabildiğini bize gösteriyor. 

Bu durumun yol açtığı bir sonuç daha var; Tombili popülerleştikçe diğer kedilerden ayrılıyor. İçsel bir değere sahip ve bir yaşamın öznesi² olarak tanınabilir Tombili'nin görünürlüğü ve kamuya mal olmuşluğu diğer kedilerin görünmezliğine bir yanıt, bir kılıf olarak siyasi iktidarın elinde bir araç haline geliyor. İstanbul şehrinin imajında halihazırda maskotlaşmış kedilerin merak etmemiz gereken akıbetinden çok bizi tek tek maskot kedilerle bir İstanbul'u tahayyül etmekle sınırlandırıyor. Açılan imza kampanyasında belirtilen heykel talebini hızlıca işleme alan Kadıköy Belediyesi, aynı hızlı kamu mekanizmasını içine doğduğu ve bildiği tek dünyası o sokak olan hayvanları barınaklara, ormanlara toplu halde terketmeleri çözmek için işeltmiyor. Tombili hatırlanabildikçe, ünlü olmamış bütün diğer kediler böyle unutulabilir kılınıyor. 

Oysa hiçbir belleksizleşme, diğerinden daha değersiz değil.³

Tombili'nin heykeli bize komşusu olduğumuz hayvanların yasını tutma imkanına açılan bir kapı olarak da görülebilir. Heykeller toplumsal hafızanın kaydını tutuyorsa ve bir yas tutma olanağı sunuyorsa, insan olmayanların hatırlanmasında da heykellerden pekala yararlanılabilir. Fakat Butler'dan⁴ biliyoruz ki, yası tutulabilir hayat "desteklenmiş" hayattır. Tombili'yi ve İstanbul'un bütün kedilerini yası tutulabilir kılacak şey, hayatlarının desteklenecek olmasıdır.

O halde Tombili'yi ya da heykelini hakedecek komşular olmak için merak etmeye şuradan başlayabiliriz belki de:

Adını koymuş bir insan olsun ya da olmasın, insan olmayan canlıların hayatlarını desteklemek için ne yapmalıyız?

Tombili'nin heykeli; bu şehirde birlikte serpilmenin, neşenin, iyileşme imkanının ancak ve ancak, dikkatle ve hürmetle, sökülmeye ve yeniden yapılmaya açıklıkla geriye dönüp bakmaktan geçtiğini hatırlatacak bize.⁵



Kaynak

"Heykeli Çaldılar" https://www.nationalturk.com/tr/heykeli-caldilar/ (Erişim Tar.: 16.12.22)

"Tombili Yuvaya Döndü" https://www.hurriyet.com.tr/gundem/tombili-yuvaya-dondu-42184014 (Erişim Tar.: 16.12.22)

1: Jacques Derrida (1997) Hayvanlara Karşı Suç, e-skop, 2015, https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-hayvanlara-karsi-suc/2623

2: Tom Regan(1983) Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar, Birikim, 2005, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-195-temmuz-2005/2379/hayvan-haklari-icin-temel-argumanlar/5910

3: Burak Özgüner (2019) Belleksizleşirken Hayvanlar, KaosGL, https://kaosgl.org/haber/burak-ozguner-in-anisina-belleksizlesirken-hayvanlar

4: Judith Butler- Adorno Ödüllü Konuşması https://cansemercioglu.blogspot.com/2014/07/kotu-bir-hayatta-iyi-bir-hayat-surmek.html

5: Özlem Güçlü. (2020). ‘İstanbul Sokaklarında Türler Karşılaştığında: Kedi’nin Temizliği, Taşkafa’nın Hayaleti”, Ayten Alkan (der.), Şehir ve Hayvan içinde, İstanbul: Patika Kitap.

Ferdinand’ın Beyanı

 2018 yılındaki Kurban Bayramı’nda satılmak üzere bulunduğu Rize’deki pazardan kaçarak ilk önce beş metrelik duvardan atlayan, sonrasında ise dört gün boyunca yüzerek Trabzon’a ulaşan Boğa Ferdinand, daha sonra AHBAP platformu tarafından satın alınarak İzmir Kemalpaşa’daki Kurtarılmış Çiftlik Hayvanları Barınağı’na yerleştiriliyor. Takip eden yıllarda Ferdinand’ın çiftlik gönüllüsü tarafından yapılan açıklamalarla sağlığının iyi olduğunu ve hatta baba olduğunu öğreniyoruz. ‘‘Fakat Ferdinand ve onun buradaki hiçbir arkadaşı kurban olarak karşınıza çıkmayacak, onlar bizim çocuklarımız. Hayatlarının sonuna kadar burada yaşayacaklar.’’

Ferdinand’ın hikayesinde ilk odaklanmak istediğim, hayvan pazarına ilk geldiği an ve orada ne hissettiği. Onun tehlikeye ve ölüme dair hissettiklerinin çok gerçek oluşu. Gelecek tehlikeleri sezebilen ve ölüme karşı duran Ferdinand’ın bu bakışı bize hem tanıdık hem de bir o kadar uzak. İnsanlar olarak hayvanlara bakışımız çoğunlukla onların bizim gibi düşünmediği ve hissetmediği üzerine. Hayvanların acı çekmediklerine dair kibirli ve kendinden menkul bakışımız da bununla bağlantılı. Ferdinand, kendi özgürlüğü gibi bilmediği denizlere atlamış birisi, bu bir gerçek. Ve bir gerçek olarak bizimle konuşuyor. Yaşamak için duvardan atlıyor, dört gün boyunca yüzüyor; yaşamak için her şeyi göze alıp kaçıyor. Bize Ferdinand’ın kendisi ve dostlarının başına geleceklerini sezmediğini kim söyleyebilir?

Her sene kurban bayramı zamanında haberlerde, hayvan pazarlarından insanların arasına can havliyle karışıp ortalığı da karıştıran ve çoğu zaman yakalanıp canını kurtaramayan Ferdinand’ları hatırlayalım. Medya kanallarının bunları eğlenceli bir macera gibi sunduğu zamanları da unutmayalım.

Binlerce hayvanın, onlarla hiç ilgisi olmayan sebeplerle, sadece insanların kurduğu sömürü hiyerarşisinde en altta oldukları için sınırları korunaklı alanlarda kapatıldıklarını biliyoruz. Hayvan sömürüsü ve katliamı aslında sadece kurban bayramında değil, her gün her saat endüstriyel tesislerde, çiftliklerde ve deney laboratuvarlarında gerçekleşiyor. Hayvanlara dair bakışımızda kimi zaman değişen ve politikleşen düşünceler olsa da değişmeyen ve yerleşmiş sistemler de bir o kadar gerçek. Hayvanlara dair bakışımız belki de o kadar da değişmiyor. Keza bu döngü yine de kırılmıyor. Güncel örnekler olarak, Konya hayvan barınağından gelen haberleri hepimiz gözlerimizle gördük ve izledik. Çok değil bir ay önce, Bitlis’te bir köpek tarafından ısırılan çocuk kuduzdan yaşamını yitirdiği için halk arasında bütün sokak köpeklerine dair itlaf düşüncesi örgütlenmeye çalıştı. 

Hayvanlar ve insanlar arasında eşit olmayan koşullar insan tarafından kendini sürekli bize dayatıyor. Ferdinand’ın yaşama olan direnci de bu coğrafyada birkaç istisnadan biri olarak kalıyor. Bunu Ferdinand’ın tam bir kurtuluş halinde olduğunu düşünerek söyleme niyetinde değilim keza halen onun beyanı, sadece bize düşündürdükleri ile sınırlı. Kurban olmaktan kaçsa da barınakta sürdürdüğü yaşam da hayal ettiği hayat mı,  bilemiyoruz. Hayvanlara dair bakışımız da belki tam olarak böyle bir şey. Soru sormaktan vazgeçmeden belki, ama her daim onlar ‘adına’ düşünemeyeceğimizi ve onları anlayamayacağımızı bilerek, yaşam alanlarımızın bize değen kısımları kadar bilebiliyoruz. Ferdinand’ın ünü de belki buradan geliyor. Belki döngüyü kırdığı, belki her zaman o göz ardı ettiğimiz ihtimalin gerçekleşmesinde ve az bir zaman dahi olsa kurban ya da kapatılmış olmaktan çok, bir özne olarak özgürlüğüne yüzebilmesinde. 

15 Aralık 2022

HAYVANLARIN BİRİCİKLİĞİNİN ‘‘TANINABİLİRLİĞİNE’’ BİR UMUT: TOMBİLİ

 
Kadıköy’de kaldırım taşı üzerinde çekilmiş bir fotoğrafıyla epey ünlenen bir kedi aslında Tombili. Verdiği ilginç pozuyla içerik üreten yabancı sitelerin bile dikkatini çekebilen bu tombik kedi deyim yerindeyse bir internet fenomenine dönüşmüştü. Sırtını yaslayışı, patilerinin duruşu ve pofidik göbeğiyle birçok kişi tarafından zaman zaman fotoğrafı çekilen ve paylaşılan Ziverbey’in sevilen bir kedisi haline gelmişti. 1 Ağustos 2016’da bir ay kadar çektiği böbrek yetmezliğine yenik düşen Tombili’nin bir heykeli yapılması arzulanmış ve bunun için de 17 bine yakın imza toplanmıştı. Belediyenin devreye girmesi ve Seval Şahin’de gönüllü olmasıyla 4 Ekim 2016 Hayvanları Koruma Günü’nde Tombili’nin fotoğraflandığı Güleç Çıkmazı’na heykeli yerleştirilmiştir. Peki ama Tombili’yi ona bir anıt dikecek kadar özel yapan neydi? 

Tombili’nin de o sokağın bir bireyi olduğu, o sokaklarla ve oradan geçen diğer canlılarla hem bizim gibi hem de bizden farklı bir şekilde ilişkilendiğini bir köşeye yazarak başlayalım. İşte Tombili’yi anıtı dikilecek kadar kıymetli yapan şey de tam olarak buydu. Zaten o sokağın bireyi olan bu kedinin ‘‘farklılığının’’ farkına varılmasıydı. Yapılan röportajlarda Tombili’nin şahsına münhasır özelliklerinden bahsedildiğine ve bu özelliklerden bahsedilirken de ‘‘diğer kediler’’ gibi olmamasına vurgu yapıldığına sık sık rastladım. Verdiği pozlar ve hakkında söylenen demeçlerle birlikte gün yüzüne çıkan şey aslında Tombili’nin tek ve biricik bir yaşamı ve karakteri olduğuydu. Ve onu biricik yapan özellikleriyle bulunduğu mekan ve o mekanda bulunan diğer canlılarla bir etkileşim içerisinde olduğunun kabulüydü. Tabii bu kabulü almasını kolaylaştıran önemli bir faktör vardı. O artık tanınan bir kediydi ve herkesin değil hepimizin kedisiydi. Eşsiz yaşamının ve karakterinin kitlelerce ‘‘onaylanıyor’’ oluşu Tombili’nin yaşamına dair hepimize birer sorumluluk yüklemişti. Artık o ‘‘diğer kedilerin’’ içerisinde bulunduğu isimsiz, kimliksiz ve dolayısıyla gözden çıkarılabilir kategoriye dahil değildi. Adıyla şanıyla tek olmaya ‘‘hak’’ kazanmıştı. Hayatını sokaklarda geçiren Tombili’nin hikayesini ben; sokaklarda yaşayan hayvanların yaşamlarının da tek ve değerli olduğunun (kitleler tarafından) ‘‘kabulü’’ olarak okumak istedim. Tüm canlıların ve hayatlarının biricik olduğu kanısının herkes tarafından farkına varılması umuduyla...

HAYVANLAR TEKRARLANAMAZ HİKAYELERİNDE BAŞROL OLABİLİR Mİ? ÇAMURALEM YERLEŞTİRMESİNDE MANDALARIN İZİ ÜZERİNE

Her ne kadar Çamuralem ile ilk karşılaşmamda onu biraz hazırlıksız yakalasam da içeri girince bir rahatsızlık hissetmeye başladım. İşte tam da bu tür refleksler ilişki kurduğum şeye tekrar bakmamı ve sosyolojik olarak yaklaşmamı kolaylaştırıyor. Dikkatimi ilk çeken şeyler; market dolabına benzeyen bir dolap, kasap dükkanlarını andıran bir boru üzerine geçirilmiş sucuk görünümlü simitler, çömlekler, aydınlatmalar, ahşap dokular ve ayna. Bu yerleştirme mandalara uygulanan tahakkümü meşrulaştıracak bir pratik mi sunuyor? 

Yukarıda sıraladığım bütün bir enstalasyonun parçalarını oluşturan detayları sadece aydınlatmanın konumlandırılışını analiz ederek tartışmayı başlatmak istiyorum. Sergileme yöntemlerinde en önemli unsurlardan biri olan aydınlatma; sanat izleyicisini yönlendirmek için amaca hizmet edecek biçimlerde konumlandırılmaktadır.  Yönlendirmenin olduğu herhangi bir yerde değişik yoğunluklarda olsa dahi manipülenin varlığını aklımızdan çıkarmamanın gerekli olduğu kanısındayım. Tek bir yer dışında sergide kullanılan sıcak tonlu aydınlatma ve bu sıcak tonlu aydınlatmaya eşlik eden kenarlara konumlandırılmış aynaların üzerindeki manda şarkıları, mandaların habitatını anımsatmaya çalışan çeşitli çamur öbekleri ile doğal bir ambiyans yaratılmak istenmiş. Bu sıcak ışıklı alanların altında aynı zamanda içi boş çömlekler, ahşap sandalyeler ve ahşap masa ile cam arasına seyirlik bir şekilde yerleştirilen solmuş bitkiler. Bir tek beyaz ışığın konumlandırıldığı yer mandaların sütü kullanılarak elde edilmiş ürünlerin satılmak için beklediği dolap ve üzerinde simit asılı olan boru. Tam bu dolabın üzerinde beyaz ışık kullanılması bir tesadüf mü? Yoksa bu enstalasyonun ön plana çıkarmak istediği tam olarak da bu mu? Eğer bizim sorduğumuz sorular hayvanlarla olan ilişkilerimizi belirliyorsa burada sorulan soru tam olarak neydi? ‘’Kimin yaşamı yaşamaya değer ve kimin yaşamı yası tutulmaya değer?’’ diye soran Judith Butler’ın sorusunu Ezgi Burgan, ‘’Kimin yaşamı kaydedilmeye değer’’ sorusuyla beraber düşündüğü makalesinden hareketle ben de bu soruyu biraz dönüştürmek istiyorum.   Mandaların yegane hayatlarını (doğal hayatlarının bozulmasına dikkat çekmek amacıyla bu işi gerçekleştirdiklerini göz önünde bulundurarak) kaydetmeye değer buldukları için onların adına (?) böyle bir sanat eseri üretme ihtiyacı hissettiklerini öngörebiliriz. Yani mandalara atfedilen değer sadece insanların belirli bazı çıkarlarına servis etmesi üzerinden mi belirleniyor? Bana kalırsa bu yerleştirme tam olarak; doğal yaşam alanlarını yine insanlar yüzünden kaybeden mandaların yine insanlara hizmetinin devamlılığı için konu edilebilir bulunduğunu düşünüyorum. Sanatçıların bu işte kendilerini konumlandırdığı yer ve bakış açıları insan merkezci olup bu bakışın yeniden üretimine katkı sağlamaktadır. Sanat ve kültür endüstrisi içerisinde bu bakıştan ötürü hayvanlar nesnelleştiriliyor ve tahakküme açık hale getiriliyor. Bu düşüncemi Cara Diamond’ın ‘’biyolojik olarak bir fark olarak başlayabilir, ancak bu fark insanlar tarafından alınıp nesiller boyunca onların sanatsal, edebi ve dinsel uygulamaları aracılığıyla dönüştürülerek insan düşüncesinin bir nesnesi haline gelir’’  cümlesi de bu konuyu desteklemektedir. 

Tartışmayı bir diğer dikkatimi çeken nokta ile genişletmek ve sonuca kavuşturmayı diliyorum. Yerleştirmede hep mandaları aradım, onlardan bir iz bulmak istedim. Ama yine de burada manda nerede, diye sormaktan kendimi alamadım. Sese odaklandım bir müddet. Çok kısa bir yerde seslerini duydum onun dışında mandalar sadece ve sadece boyunlarına takılan çanların sesleri kadar varlardı bu sanat eserinde. Çan sesleriyle kendilerine yer bulabilen mandaların hayatlarına dair bu durumu malumun ilanı olarak kabul edebiliriz. Butler’ın radikal silme kavramını hayvanlarla beraber okuyan Burgan’ın  da bahsettiği gibi burada serginin bir parçası haline getirilmiş ve satılmak üzere bekleyen yoğurtların, muhallebilerin ve sütlaçların bizi mandaların gerçek yaşamlarıyla ilişkilendirebilecek bir ipucu katiyen sunmayarak ve mandaları yüzlerinden, isimlerinden kopararak bir silme işlemi yaptığı aşikardır. Yine aynı şekilde Carol J. Adams’ın kayıp gönderge kavramı da bu eserin nasıl bir çerçeveden nasıl bir perspektifle bakıldığını anlamamıza yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Adams kayıp göndergelerin üç biçimde gerçekleştiğine değinir. İlki hayvanların gerçek anlamda ölmeleri, ikincisi bir yemek olarak tanımlanmaları ve son olarak da insanların anlatımlarında hayvanları mecaz anlam verecek şekilde kullanmaları. Çan sesleri ve mandaların sütünden üretilmiş ürünler; mandaların sütüne ne şekillerde el konulduğunu ve bu el koyma süreçlerinin nasıl geçtiğini göstermeyerek o sürecin gerçekliğini silikleştirir. Bu sürecin silikleşiyor olması mandalara herhangi bir tahakküm uygulanıp uygulanmadığını sorgulatacak bir alan açmaya izin vermez dolayısıyla da mandaları metalaştırır. 

Sonuç olarak; bienalde gösterilen bu enstalasyon sulak alanların kayboluyor olmasını mandalar üzerinden inceleyerek onların bu hikayedeki durumlarını göstermeyi amaçlamıştır. Bu amaç ile çıktıkları yolda sanıyorum ki sanatçılar başrolü mandalara vermemeyi tercih ettiler. Mandaların bozulan doğal ortamlarından etkilenen hayatlarına değinmek isteyen bu eser basbayağı mandaları kullanabilir kılmaya devam etmek için sergilenmiş. Mandaların hayatları onların sadece sütünden yararlanabildiğimiz için mi değerli? Sulak alanların kuruyor ya da kurutuluyor olması mandalara uygulanan bu çıkar ilişkisinin devamlılığı için mi dikkate değer? Zaten hakim olan insan merkezci düşünce biçimini ve konumlu bakışı yeniden ve yeniden üreten ve hatta yeniden üretmekle kalmayıp bir de hiç ihlal yokmuş gibi sütüne değer biçip sanatsal bir deneyim adı altında piyasalaştırmaya çalışmaktadır. Piyasa ile egemen görüşün şüpheye yer vermeyen birlikteliği ile paralellik göstermek üzere planlanan bakış; hayvan temsilini belirli biçimlerde yoğunlaştırdığı ve hayvanlarla kurulan ilişkiyi de belirli hükmetme pratiklerine indirgediği söylenebilir. Temsil etmek ve etmemek ve bu eylemlerin altında yatan etik süreç bile başlı başına bir sorunken hayvanların hiçbir zaman tam olarak anlamlandıramayacağımız dünyalarını , o dünya ile kurdukları ilişkilenmelerini ve tüm bunlarla çevrilmiş varoluşlarının temsili olabilir mi, olursa nasıl olur gibi soruları düşünüyorken hiçbir görsel materyal kullanmak istemedim. Egemen bakışa hizmet etmemek ve bu imgenin tekrarından oluşacak yargı gücünün toplumsal belleğe yansıması  ile iş birliği yapmamayı tercih ettim. Mandaların tekrarlamaz hikayelerinde imgeye o gücü kazandırmaya gönlüm el vermedi. 

KAYNAKÇA
Adams, Carol J., Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yayınları, 2019, c.4. 

Alnıaçık Özyer, Eylül, ‘’Şâki’nin Öğrettikleri: Anlamlar, Sınırlar, Dünyalar’’. 

Burgan, Ezgi, ‘’Çoklu Türler Etnografisi: Yüz Yüze Bir Araştırma İmkanı Üzerine Düşünceler’’, Moment Dergi, (2017). 

Oksel, Yasemin, ‘’Sergi Mekanlarında Aydınlatma Biçimlerinin Kullanıcı Algısı Üzerindeki Etkileri’’, yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, (2013). 

Toksoy, N. Gamze,’’Fotoğraf Aslında Neyin Belgesi? Fotoğrafın Toplumsallığı ve Medya ve Gerçeklik Tartışmalarında Değişmeyen Rolü’’, Mediterranean Journal of Humanities, (2019). 

Wolfe, Cary,‘’İnsan, Her şey Hep İnsan: Beşeri Bilimler ve Hayvan Çalışmaları’’, KÜN Edebiyat ve Kültür Araştırmaları Dergisi, (2021).








Boji: Bir Köpeğe Yaşam Alanı Açabilmek

 


Boji, herkesin bir noktada aşina olduğu köpeklerden biri olarak toplu taşımadaki seyahat edişleriyle meşhur. Kendisi işe, okula ya da bir yere yetişme zorunluluğu olmasa bile bu zorunluluğa sahip olanlar kadar toplu taşımayla bir ilişki kurmuş. Belki de toplu taşımada kendine bir güvenli alan yaratmış olabilir. Düzenli olarak yaptığı şey vagonlar ve ilçeler arasında seyahat etmek. Ya da kendince bir oyun oluşturmak. Boji’nin toplu taşımayla olan kurduğu ilişkinin ne tür bir ilişki olduğunu bilemeyeceğiz fakat bu kurulan ilişkinin bize anlatmak istediği durumlar söz konusu gibi görünüyor. Durumlardan ilkiyle başlayacak olursak yeryüzündeki yaşam alanlarına, nefes alıp veren tüm canlılar olarak söz sahibiyiz. Boji’nin toplu taşımadaki görüntüleri sosyal medyada yayıldığı zaman insanlar ilk önce bu görüntülerin ne kadar tatlı kareler olduğundan bahsettiler sonrasında ise farklı anlam dünyalarına sahip olduğumuz ve tek yaptığı şeyin kendi anlam dünyasındaki durumları eylemek olan bir köpeğe iftira attılar ve hiç de üşenmeyerek başka birine ait bir dışkıyı Boji’nin dışkısıymış gibi kurguladılar. Sonrasında neyin ne olduğu tabii ki de gün yüzüne çıktı. Boji o dışkıyı yapmış da olabilirdi. Sorun burada değil bence. Sorun başka bir canlıya yanımızda yer açabilmekten uzak bir kibir ve “üstünlüğe” sahip olmak. Çünkü çoğu insanın gözünde her şey insanlık için yaratılmış! Değinilmesi gereken diğer bir durum ise Boji’ye herhangi bir tekil öznelik yüklenmemiş olması. Boji o toplu taşımada kendi varlığı üzerinden tanımlanmak yerine fiziken yanında bir bakım vereni olmadığı için oldukça “tehlikeli”, “hastalık ve bit bulaştırıcı”, sanki tüm İstanbul için tehlike arz eden bir unsura dönüştürüldü ve bir şekilde Koç ailesi Boji’yi yanlarına aldılar. Bu durum Boji’nin daha fazla zarar görmemesi adına atılmış bir hareket olsa da şu yan okumayı da içerisinde barındırdığını düşünüyorum: Boji, bir insan tarafından alınarak aslında “güvenli” “korkulmaması gereken” bir edilgen oluşa dönüştürüldü. Boji’nin muhtemelen gideceği daha çok durak ve ilçe vardı farklı bir müdahale yöntemi seçilseydi. Yine de umarım Boji gittiği yeni yaşam alanında kendi özneliği üzerinden var olabiliyordur.

 

Çamuralem Sergisi'ne Bakış


Büyükdere35’te sergilenen Çamuralem işine dair bir şeyler söylemeye, Yeşil Gazete’de yayımlanan Çamuralem’e dair köşe yazısı ve bu köşe yazısının içeriğine dair şeylerin altını çizerek başlamak gerekiyor sanırım. Akgün İlhan’ın köşe yazısında dikkat çeken noktalardan biri mandaların kendisine dair bir anlatının aslında içerikte pek de yer almaması. İlhan’ın ağırlık verdiği nokta kuzey ormanlarına yönelik tahribat ve bu tahribatın küçük işletmelere verdiği zararın altını çizmek. Elbette bu konular da konuşulmaya değer fakat mandalar üzerinden konumlanan bir işin aslında mandalara dair insan-merkezli bir anlatıdan ibaret oluşunu gözler önüne seriyor. Yani bu ekolojik yıkıma mandaların hikayesi, yaşamı üzerinden hayır demek yerine insanların uğrayacağı, uğramakta olduğu kayıplara dair bir “hayır” üzerinden anlatı gerçekleştiriliyor hem Çamuralem işin de hem de yazının kendisinde. Nitekim bu durum İlhan’ın “…Mandaları ve mandalarına evlatları gibi emek veren insanları tanıdınız mı? Manda kaymağına bal katıp simitle yediniz mi? Ya da manda yoğurdundan yapılmış bir bardak ayran içtiniz mi? Bu sorular, nerde eksik kaldığımızı ve nelerden mahrum bırakıldığımızı gösteriyor” (İlhan,19 Eylül 2022) şeklindeki ifadesiyle açıkça ortada. Diğer bir deyişle “…gelinen noktada insanın hayvanla olan ilişkisi onun tekil varlığının göz ardı edilip, kullanım ve ekonomik değeri üzerinden toplumsal ağlara dahil edildiğini, bu ilişki biçiminin önceliklendirildiğini görmekteyiz” (Alnıaçık Özyer, 2021:175).

  Büyükdere35’te konumlanan muhallebi dükkanındaki muhallebilerin ve dükkandaki yiyecek, içecek her şeyin[1] manda bedeni üzerinden sağlanması bize bu işin sergileme biçimine dair bir şeyler söylüyor. Bunlardan ilki, mandanın o sergide bir özne olarak var olmasından ziyade onun bedeninden yararlandığımız bir “nesne” olarak temsillenmesi. “İnek,  kendi yok oluşu ve temsil edilmesi üzerinden bir besin olarak var olabilir. İneğin yüzü ve ortamı, gıda, medya ve toplumun bütün diğer kurumlarında sistematik bir şekilde işleyen normatif iktidar tarafından daima yeniden çizilerek üretime sokulmak zorundadır” (Burgan, 2017:121). Keza bu durum sergide de mandaların temsil şekliyle yeniden üretime sokulmuştur. İkinci bir nokta ise mandaların, Butler’ın deyişiyle “radikal silme”ye maruz kalmaları. Serginin kendisi mandaların ve mandaların yaşam alanlarının yok olması tehdidine karşı bir anlatı sunduğunu vadediyor fakat sergide mandalara dair görebildiğimiz şeyler mandaların “kullanım değerine” ilişkin. Mandaların yapıp etmelerine, mandaların yaşam şekillerine dair bir şeyler göremiyoruz. Sergi mandalarla aramızda bir mesafe, “öteki” barındırıyor ve biz mandaların hayatlarına dair bir refleks kazanamıyoruz. Bu refleks kazanamayış ve mesafe benim için en çok insan yapımı çömleklerle[2] ve manda- insan ilişkisine dair anlatının manda kelimesi geçen türkülerle kurulmuş olmasıyla keskinleşti. O sözler aynada olduğu zaman sanki biz hiç o mandaları bir “tüketim nesnesi” olarak kullanmamış hiç sütünü içmemişiz ve onunla hiç bu yol üzerinden karşılaşmamışız sığlığı da veriyordu. Sanırım demek istediğim şey Butler’ın şu ifadesiyle denkleşmekte: “…Bir inek hiç olmamış, o ineğin hayatı hiç yaşanmamış olduğunda, o inek hiçbir zaman da öldürülmemiş, o cinayet gerçekleştirilmemiş olur. Hayvanlar ‘kesilir’, ‘üretilir’, ‘kurban edilir’ ya da ‘telef olurlar’; fakat öldürülmezler” (Burgan, 2017:123). Öte yandan ekolojik tahribata ilişkin bir şeyler de söylemek gerekirse aslında bu noktada görülüyor ki “İnsanlar biyolojik ve politik yaşamın alanı olan bios alanına dahil edilirken, hayvanlar, bitkiler, mantarlar ve mikroplar, öldürülebilir olanların alanı olarak zoe ya da çıplak hayat alanına dahil edilmemişlerdir” (Agamben, 2012;  akt. Burgan, 2017). Rant ve insan merkezli bir ekolojik kıyımın gerçekleştirilme çabası mandalar başta olmak üzere diğer pek çok canlı türünün gözden çıkarılışını ve kimin “yaşamaya değer” oluşunu ve kimlerin yaşam haklarının görünür kılındığını gözler önüne seriyor. “İnsan türünün önceliklendirilmesi ilk bakışta garip bir anlaşılırlıkla karşılanmaya müsait gibi görünüyor. İnsan için hayati bir tehlike içeren duruma karşı insan olmayanın kırılgan pozisyonu, kendi türünü önceliklendirmen gerektiğine dair doğallaştırılmış inanç ve kabuller” (Alnıaçık Özyer, 2022:1). Bu doğallaştırılmış inanç ve kabullerin izlerini nitekim Çamuralem işinin sergileniş biçiminde ve işin yaratıcılarının mandalara dair nasıl bir okuma yaptığını görebiliyoruz. Bu duruma ek olarak “…ekolojik dengenin korunmasının dünyanın üzerindeki yaşamın biyolojik sürerliliği için zaruriyeti dile getirilir. Bu ifade doğrudur. Fakat eklenmesi gereken etik/ontolojik bir katman daha mevcut. Türlerin yok oluşu sadece, peşinden başka türlerin yok oluşunu da tetikleyeceği için değil, herhangi bir varoluşun yok oluşunun gerçeklikte yaşanan bir kayıp olmasıyla da önem arz eder” (Alnıaçık Özyer, 2022: 1-2). Çamuralem işinde de aslında kuzey ormanları tahribatının her bir canlı için ayrı bir yıkım süreci içerdiğine dair bir önemliliğin ve tekilliğin üzeri çizilmiş, insan-merkezci “kaygıların” yer aldığı (manda sütü tüketimi, yerel işletmecilerin ekonomi politiği gibi) bir bakışa yer verilmiştir.

[1] Bkz. görsel kaynaklar kısmındaki ilk iki fotoğraf 

[2] Bkz. 3. ve 4. fotoğraflar

İSTEYİNCE HER ŞEY MÜMKÜN: VEGAN KASAP LİMONİTA

      Çok iyi hatırlıyorum, bu yaz arkadaşlarımla bir parkta oturmuş piknik yapıyorduk. Ve sohbet esnasında bir anda arkadaşım okuldaki vega...